KÖTÜMSER DÖNGÜ
01.04.2015 12:05
Zamanın izini takip ederek aldığımız yol kimi zaman bizi tekrar aynı yere getiriyor. Tekrarların içinde kayboluyoruz. Tarihi tekerrür ettiren insani zaaflarımız kolay baş edilecek türden değil. Her şeyin en iyisini en doğrusunu bildiğimiz yanılsaması her şeyin en iyisini hak ettiğimiz algısıyla birlikte şekilleniyor. Her şeyin en iyisini hak ettiğimizi düşünebilmemiz için kusursuz bir mutlak benlik algısına sahip olmak gerekir. Hayatına dair hiçbir pişmanlık duygusu olmayan, “keşkelerinin” hiç olmadığını düşünenlerin derin kibri bunun en tipik örneği. Her şeyin en iyisine layık olmak insanların en iyisi olduğu varsayımını barındırır; eksiklikleriniz ve zaaflarınız yoktur. Tamamlanmış, tekâmüle ulaşmış, evrimini tamamlamış olduğunuz duygusu sizi içten içe kuşatır. Ancak, tüm narsizmlerde olduğu gibi kendini bu durumun derinlerde, bilinçaltındaki derin eksiklikleri bastırma duygusuyla da ilişkisi olabilir. Hepimizin doğal olarak sahip olduğu zaaflarımızla yüzleşmekten kaçınmanın en etkin yolu bunların tümünü baskılamak olacaktır. Buradan da hızla “süper egoya” geçilir.
Bireysel kibrimizin ortaya çıkardığı en önemli komplikasyon yalnızlaşma sürecidir. Kendinden başka hiçbir şeyi değer olarak ele almayan bireyin, diğer insanlarla ilişkilerinin niteliği zamanla özne-özne ilişkisinden özne-nesne ilişkisine doğru kayar. Birey olağanca öznel mutlaklığıyla algıladığı dünyayı tamamen nesneleştirmiştir artık. Sadece eşyaların değil insanların da kullanım değerleriyle öne çıktığı bir durumla karşı karşıyayızdır. Bunun yaratacağı antipati ister istemez yalnızlık üretir. Ancak, böyle bir patoloji birçok insana bulaşıp toplumda genel geçer haline geldiğinde ve narsistik eğilimlere sahip yapının toplumsal profili belirlediği durumlarda, yalnızlık sorunu da görece çözülmüş olmaktadır; benzer patolojik benlik algıları bireyler arası ortak paydayı oluşturacaktır. Böylelikle bireyler görünürde yalnız olmaktan kurtulurlar, ancak bu tip birlikteliklerin tamamı sahici muhtevadan uzaktır. İlişkilerin içeriksizliği ve sahici temellere dayalı olmaktan uzak olması bireyin narsistik eğilimlerini daha da güçlendirir. Birey kendisinden başka kimseye güvenemez hale gelir ki buda başladığımız noktaya dönmüş olmamız demektir.
Tüm bu süreçlerin kolektif bir çerçevede ele alınması da mümkündür. İçinde bulunduğunuz ve kendinizi ait hissettiğiniz toplumsal yapının bir parçası olarak, kendiniz için oluşturduğunuz toplumsal kimlikle sarsılmaz bir ayniyet ilişkisi kurarsınız. Kimliğinize dair tüm parametreler bireysel narsizmin de beslediği inançlarla ele alındığında mutlak doğruları işaret etmektedir. Kolektif dayanışma adına kendinize ve/veya kendi dünyanıza yönelik eleştirel bakışın bastırıldığı böyle bir süreçte rasyonalitesi yitirilmiş doğruların oyuncağı haline gelmek her an mümkündür. Sorgulanmamaktan dolayı katılaşmış ve kütleleşmiş algılarınızın yarattığı keskin ve genel yargılarla hayatın tüm karmaşıklığından kurtulmuş oluruz. Bizim kimliksel algılarımıza uymayan realiteler artık yamuk-yumuk gerçeklikler olduğundan, bunları kendi zihinsel dünyamızın tornasından geçirerek düzleştiririz. Böylelikle fazlalıkları atılmış orasından burasından kırpılmış bize ait yeni realiteler ortaya çıkar. Bunları bir güzel kendi terminolojimizle, jargonumuzla cilaladık mı ışıl ışıl parıldayan realitelerimiz vardır artık. Rasyonalitesi eksik düşünme sürecimizin mutasyona uğrattığı bu sentetik gerçekliklerin oluşturduğu mutant paradigmanın esiri olama yolunda ağır ağır ilerleriz.
Sürgit devam eden bu süreçte hakkını vermeden sahip olduğumuzu zannettiğimiz üst-değerler kendimizin ve ait olduğumuz dünyanın eleştirilmezliğine katkıda bulunur. Demokrat olmak, sosyalist olmak, solcu olmak, liberal olmak, sağcı-muhafazakâr olmak, inançlı olmak, hümanist olmak, milliyetçi olmak, modern olmak hem başlama noktamız hem de bitiş noktamızdır. Tüm bunların her biri bizi dokunulmaz kılan değerlerdir. Apriori olarak tüm bu değerler bizi en başta baştan aşağı “iyi” yapmaktadır. Dolayısıyla, bizim fazladan bir çaba göstermemize, düşünsel anlamda ağır yükler altına girmemize hiç gerek yoktur. Kendimizi tanımladığımız toplumsal pozisyondan aldığımız güçle her şeyin teorisine ulaşmışızdır zaten. Doğru yerde durduğumuzdan ve durduğumuz yerin gösterdiği istikametten zerrece şüphemiz yoktur. Böylelikle, bizim kendimizi tanımladığımız alanların dışında kalan alanlarda bulunan kimlikler olarak “kötü” olarak tanımlanır. Bu durumda, eleştirel düşüncenin temel dualizmi olan doğru-yanlış kategorizasyonunun yerini iyi-kötü çatışması alır. Tüm bu kimliklerden doğan ve bu kimlikleri besleyen davranış ve algıların doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmak yerine, iyilerin ve kötülerin savaştığı siyah-beyaz bir kadraja sıkışır kalırız. Birlikte yaşamak bir yük halini alır.
Vahim olan bu savaşta en çok cengâverlik gösterenler bu değerlerin içeriğine en az vakıf olanlardır. İnsan bilmediğine düşmandır, çünkü kendini bilen bilmediğini de bilir. Sahip olduğu düşüncenin yekpare bir dünyayı anlatmadığı, aynıyla türdeş bireyleri barındırmadığı, kendi içinde birçok alanda çatallaşan cevapları içerdiğini bilebilecek bireyin, bu dünyayı anlama çabası ister istemez diğerlerini de anlama kapısını aralayacaktır. Bir yandan, kendi dünyasındaki farklılıklara kafa yoran birey “farklılık” kavramını bir zihinsel kategori olarak tanımlayabilecektir. Öte yandan böyle bir durumda enerjisini “kendi varlık sebebini” anlamakla harcadığından savaşma gücünü ve isteğini duyumsamayacaktır. Bunun yerine, yeni durumlarda yeni sorunlara yeni cevaplar nasıl verilir meselesine odaklanacaktır.
Savaşın olmadığı yerde mevzi de yoktur; kapılar vardır, farklı dünyalara açılan birbirine komşu farklı kapılar. Kapılar açılır, kapanır; dünyamızın dışına çıkarız, ortak mekânlarda ortak tecrübeler yaşar tekrar kendi dünyamıza döneriz daha sonra tekrar çıkmak üzere. Yaşadığımız ortak tecrübelerle bir yandan ortak bir dünya yaratırken diğer yandan kendi farklılığımızı fark ederek kendi dünyamızın özgünlüğünü zenginleştiririz.
İnsanın insana kısacık bir müddet teğet geçtiği şu dünyada gerisi sadece bir kuru kavgadan ibaret….