KALP MODERNLİK

10.03.2015 12:16
“Havarisini yaratamayan İsa’ya deli derler” der Cemil Meriç. İnandıklarımızı başkalarıyla paylaşamadıkça yalnızlaşırız. Dünyaya bakışımızı belirleyen yaşam felsefemize başkalarının da sahip olduğunu bilmek birliktelik duygusu yaratır. Bu da modernizmin bireye indirgediği ve yalnızlaştırdığı insan için yeni kolektif kimlikleri getirir. Bir anlamda, geleneğin belirlediği kolektif yapıları parçalayan modernizmin yeni toplumsal yapıları biçimlendiridiği söylenebilir.
Geleneksel toplumsal yapıların içinde kaybolduğu iddia edilen birey, özgün ve bağımsız konumunu modernizmle kazanırken, bu yeni modernist birlikteliklerin ortaya koyduğu yapıların tam geçirgen ve rasyonel algıyı içeren olgular oldukları söylenir. Bir başka ifadeyle geleneğin tutuculuğundan modernizmin özgürlüğüne yelken açmışsızdır. Belki kendince yeter sayıda kitap okuyarak ve/veya gazete köşelerindeki fikir kırıntılarını atıştırarak beslenen zihinlere sahip yarım aydınlar ve bunların hitap ettiği şekilci modernist kitleler açısından çok açık bir ikilemdir bu. Ancak, aydınlama felsefesinin ışık huzmeleriyle şekillenen modernist algının özgür ve barışçıl bir dünya yaratamadığı hiç de sır değil. Bunun için son yüzyılın insanlık deneyimlerine bakmak kafi; emperyalizm, kitlesel kıyımlar, büyük savaşlar, diktatörlükleri besleyen totaliter rejimler vs. Bütün bu deneyimler araçsallaştırılmış insan aklının nelere yol açabileceğini gösteren vahim tablolar. Modernizmin rasyonel bireyine dayanan irrasyonel insanlık eylemleriyle sonuçlanan bir yüzyıldan bahsediyoruz.
Sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin bizi esir aldığını göremiyoruz. İnsanoğlu olarak bizim elimizden çıkan birçok şey dönüp bizi teslim alıyor. Buna insanın yapıp ettiklerine yabancılaşması diyebiliriz. Teknoloji fetişizmi bunun bir türevi. Teknolojik ürünler bu anlamda bizim yeni totemlerimiz, onlarla anlam bulduğumuz düşünüyoruz. Ancak daha vahimi, düşüncelerimizin bizi esir alması. Her birimiz belirli bir düşünsel yapının içerisinde buluveriyoruz kendimizi. Kendi belirgin sosyolojik bağlamımızda, çoğumuz yeterince düşünsel emek sarf etmeden ambalajlanmış gerçeklikleri satın alıyoruz. Bunun için ödediğimiz bedel de kendi gerçekliğimizi ıskalamak oluyor çoğu zaman. Ambalajlarına hiç dokunmadan, içeriğini gözden geçirmeden zihinsel dünyamıza eklemliyoruz tümünü. Çözümlemesi yapılmamış, parçaları anlamlı bir bütün oluşturmayan ekletik zihinsel kurgularımız bizi sığlaştırıyor. Bu sığlıkla baş edebilmenin yollarını ya bilmediğimizden ya da tercih etmediğimizden kendimize büyük bir koza örüp içinde yaşıyoruz. Bu kozanın geçirgenlik dercesine bağlı olarak temas edemediğimiz, algılayamadığımız birçok realiteyi dışarıda bırakıyoruz. Böylelikle modern ama tutucu, modern ama saplantılı, modern ama öfkeli, modern ama bağımlı bireyler alarak aynı anda üç yüzyılı birden yaşayan bir toplumda rahatlıkla yer buluyoruz kendimize.  
Bu görünen paradoksun anahtarı gibi görünen empati, ötekileştirme, farkındalık, tolerans gibi cilalanmış kavramların da işe yaramadığı ortada. Bütün hikâye, adı geçen kozanın içinde kalarak bu kavramların yalnızca kendi dünyamızdaki küçük farklılıkların anlaşılabilmesinde kullanılması ile ilgili.  Diğer kozalar uzak gezegenler kadar yakın bize. Bu durumda ne empatinin ne de diğerlerinin beklenen etkiyi yaratması mümkün. Bu aşırı ciladan eskitilmiş kavramları bir arada kullandığımız birkaç cümle ile ne kadar aydın ve ne kadar entellektüel olduğumuzun çığırtkanlığını yapıyoruz. Bu bezirgânlığın alıcılarıyla birlikte oluşturduğumuz düzmece kültürel dünyamızın içinde mutlu mesut yaşıyoruz. İtiraf etmek gerekir ki bu mutluluk da sahte. Ve biz bunun ister istemez farkında olduğumuz ve birbirimize itiraf edemediğimiz için, saplantılarımızın öfkeye dönen yüzünü açık ediyoruz çoğu zaman. Kendimizi kapattığımız, anlayamadığımız, algılayamadığız öteki gerçeklikler karşısında öfkelerimiz artıyor, saplantılarımız derinleşiyor, kara deliğe dönüşmek üzere kendi içimize doğru çöküyoruz. 

Sitede ara