24.04.2015 21:22
Kaygılarımızın kaynağını bilmeden bunların peşinden giderek bu dünyadaki varoluşumuzu anlamlandırmaya çalışıyoruz. Batılıların “endişe çağı” olarak isimlendirdikleri dönemin hali hazırda devam ettiğini söylemek de mümkün. İnsanoğlunun tabiata hükmettiği araçsal aklın zaferinin, büyük anlam boşlukları yarattığı bir dönüşümdür söz konusu olan. Kazandığımız savaş sonrasında yaşadığımız yabancılaşma duygusu bizi varlık âleminde yapayalnız bırakıyor. Modern birey anlamdan soyutlanmış bir dünyanın esiri olmak zorunda kalıyor.
Kendi yaşantımızda küçük anlamların sağladığı imkânlarla yol alıyoruz. Sahip olduğumuz çok katmanlı kimliklerimiz bunlara bağlı toplumsal rollerimizi belirliyor. Her birimiz kendi içinde tekdüze bir yapıya sahip kişilik özelliklerinden uzakta, kimi zaman çelişen kimi zaman kesişen eğilimleri içeren karmaşık benlik süreçlerini barındırıyor. Buradaki karmaşıklık benlik yapımızın statik ve durağan dışı olmasını sağlıyor. Tüm bu kişilik parametrelerinin zenginliği ve çeşitliliği aslında kendimizi inşa ederken kullanacağımız malzemeyi zenginleştiren özellikler taşıyor. Bu itibarla, dışa açık ve dışa dönük kişilik yapıları daha derinlikli ve özgün kişisel dünyalara işaret ediyor.
Dışsal etkilere karşı korunaklı özelliğe sahip kendi içine kıvrılmış benliklerin durağanlaşan algıları, anlama sorunlarına ve böylelikle yeni kaygıların ortaya çıkmasına yol açıyor. Bilmediğimiz, bilemediğimiz ve bunun ötesinde anlamadığımız olgularla donanmış bir yaşam alanının tehdidini hisseder oluyoruz. Kendimizi etkilenmez, değiştirilmez değerlerle kendi içimize kapattığımız için, dış tehdit algısı olağandan daha büyük görünmeye başlıyor. Böyle bir durumda, kendi varlık alanımızı savunmak adına gölgelerle savaşmaya başlıyoruz. Bunun sebep olduğu çatışmacı kimliğimizin yarattığı gerginliği taşımaya odaklı yaşam biçimimiz, değer üreten değil değerleri tüketen ve içini boşaltan bireyler yaratıyor. Bu haliyle, başladığımız noktaya, mağaramıza geri dönüyoruz; yeni bir dünya yaratmanın da ötesinde elimizde olandan da oluyoruz.
Sahip olduğumuz içsel zenginliklerin kullanılmadan, işlevsel hale getirilmeden öylece orada duruyor olması ayrıca başka tür bir soruna sebep oluyor. Ne kadar dışa dönük bir kişilik yapımız olursa olsun, bizi etkileyen olguları bilgiye dönüştürecek niyetimiz ve dahası gücümüz olmadığı müddetçe, içinde kaybolduğumuz bir iç deniz yaratıyoruz kendi ellerimizle. Bu gücü devşirebilmek için gerekli çabayı ve emeği içeren mizaçlara sahip değiliz belki de. Bizim adımıza hazırlanmış bir dünyanın tüketicisi olmayı vadeden toplumsal kodlarımız sayesinde sahip olduğumuz zihinsel atalete dayalı zihinsel konformizmin başka türlü bir mizacı oluşturması da mümkün değil. Buna karşı direnmek için, içinde kendimizi bulacağımız bir direniş kültürünün oluşturulması gerekiyor. Her kesimin diğerini eleştirel olmamakla suçladığı kuru gürültünün dışında, kendimiz için, kendi başımıza bunu başarmamız gerekiyor.
Sıradan olana karşı sıradan yöntemlerle direnmek bizi sıradanlaştırıyor; şikâyet etmek, söylenmek, kızmak, öfkelenmek, genel geçer kabullere göre düşünmek, bizi sıradan olanın içine çekiyor. Özgün olma özlemi ve niyetini saplantıya dönüştürmeden, tüm doğallıyla yaşatabilmek ve sürdürebilmek için, kendimizde karşılığı bulunan değerleri çoğaltmak lazım. Bize ait olmayan, ama aitmiş gibi görünen, bir türlü sindiremediğimiz, içselleştiremediğimiz değerler temelinde inşa ettiğimiz benliklerimiz, yüksek ama estetikten yoksun bloklar gibi sıralanıyor; birbirimize nefes aldırmıyoruz. Ufuk çizgisinin ve gökyüzünün kaybolduğu bu dünyada, taş gibi yerimizde durduğumuz halde özgürlük türküleri söylüyoruz.
Bu darboğazdan çıkmanın yolu öncelikle kendi ağırlıklarımızdan kurtulmayı sağlayacak bir yüzleşmeyi kaçınılmaz kılıyor. İçinden geçtiğimiz eğitim müfredatının bize intikal ettirdiği, aile ve çevremizden tevarüs eden, yaşadıklarımızla biriktirdiğimiz tüm otoriter eğilimlerimizi yoklamak, bunlarla bir yerde hesaplaşmak iyi bir başlangıç noktası olacak. Aksi takdirde, amalarla dolu cümlelerden malul bireysel paradigmaların kısırlığına mahkum olmaya devam edeceğiz.
Bireysel olarak her birimizin vazgeçilmez düşünceleri, inançları, liderleri olabilir; ancak sorun tüm bunların herkes için vazgeçilmez olmasını istemekle başlıyor. Bir adım sonrasında bu vazgeçilmezlikleri kabullenmeyenlerin ötekileştirildiği, küçümsendiği, aşağılandığı ve zamanla düşmanlaştırıldığı, bizim de çoğu zaman farkına varamadığımız sinsi bir süreç işliyor. Toplum içindeki konumumuz ve gücümüz arttıkça bu süreç çok daha belirgin bir hal alıyor. Toplumsal tabanda farklılıklar çok büyük bunalımlara yol açmadan hayatın içerisinde yaşanmasına rağmen, açıktan açığa itiraf etmeseler de kendilerini seçkin, aydın, elit olarak gören toplumsal kesimde ciddi karşıtlıklar ve buna dayalı düşmanlıklar kök salıyor. Jakoben aydınlanmacı modernist geleneğin etkinsinde gelişen bu zihinlerde, mutlak doğru, hakikat ulaşılmış bir gerçeklik olarak tevarüs ediyor. Böylelikle, hangi ideolojiye sahip olursanız olun, doğruyu biliyor olduğunuzu düşünmenizin de ötesinde, herkes için en doğrusunun ne olduğunu da adınız gibi biliyorsunuz. Aydın despotizmini besleyen ve çok net bir şekilde totaliter eğilimleri barındıran bu yapı, modernizmin tornasından geçmiş hepimizi az ya da çok etkiler nitelikte. Eleştirel düşünce bu durumda sadece ötekileştirilen için çalışan bir tarafı keskin kılıç gibi işliyor. Bıkmadan usanmadan bu pratiği tekrarlayıp duruyoruz.
İdraklerimize giydirilmiş bu deli gömleklerinden kurtulduğumuzda nefes almaya başlayacağız…