Uzun bir hikaye gibi başlayıp kısacık bir öykü tadında bitiverecek ömrümüzün bizim için neyi ifade ettiğinden bihaber olmak trajedisi ile yaşamaktayız. Yaşanmakta olan, bir şaiirin ifadesiyle “muamma olarak doğup bilmece olarak ölmenin” tecrübesidir bir açıdan. Tüm eksikliklerimiz ve fazlalıklarımızla birey olarak burdalığımızı ispat ediyoruz günbegün. Heideggeryen anlamda tarihselliğimiz kaderimizi belirliyor. Bir yandan insan türü olara genel bir tarihin içerisinde şekillenirken, diğer yandan insan teki olarak bireyselliğimizin koordinatlarını belirleyen kendi özgün tarihimizin dışında yer alamıyoruz. Bizi biz yapan tüm edimler yaşadığımız deneyimlerin bize kattıklarından doğuyor.
Düşünmeye yüklediğimiz radikal anlamlarla birlikte kaderimizi belirleyen bu tarihsellikten tümüyle kopabileceğimiz, özgürleşeceğimiz yanılsaması içerisinde kendimize büyük anlamlar yüklüyoruz. Kendimizi tek başına yeniden inşa ettiğimiz, aydınlamış birey olarak insanlığın çocukluk dönemi alışkanlıklarından kurtulduğumuz iddiasıyla dolaşıyoruz ortalıkta kimimiz. Düşünmek, akletmekle ilgili yetilerimiz bireysel tarihimiz içinde şekillenirken ve düşünme dinamiğimizi işleten tüm donanımlar kümesinin edimi bunun dışında tutulamazken ne büyük iddiadır bu. Duygularımız ve önyargılarımızdan tam bağımsız bir şekilde düşünebildiğimiz asılsız bir yanılsama. Kaldı ki, yorumsal okuma biçimlerine göre önyargılar anlamayı ve böylelikle düşünmeyi kolaylaştıran unsurlar.
Tüm bunlara rağmen ne büyük iddialarla, ne büyük anlatılarla ortaya çıkıveriyoruz. Dünyaya meydan okuyan, dünyayı değiştirme iddiamız, birey olarak kendimizin farkında olamadığız bir halet-i ruhiyeyi ortaya koyuveriyor. İçinde büyüdüğümüz dünyayı tümüyle değiştirebilmek için bu dünyanın dışında bir yerlerde düşünebilmek gerekli. Tüm parametreleri ile sizin akletme süreçlerini belirleyen ve tüm tecrübelerinizi buradan aldığınız bir yapının dışında değilseniz tam bağımsız düşünemezsiniz. Küçük bir parçası olduğunuz bütüne hükmedebilme cesaretiniz olabilir, ama bu sadece cesaret olarak kalmaya mahkûmdur.
Öyleyse, ne söylerseniz söyleyin, bunu hangi perdeden dile getirirseniz getirin tüm söyledikleriniz izafi kalmaya mahkûmdur. Düşüncelerimiz, ideoloji ve inançlarımız üzerimize giydiğimiz elbiseler gibi. Bizim çıplak benliğimizi kuşatan, zihnimizin ve benliğimizin toplumsal görünürlüğünü sağlayan giyimlerimiz, kuşanımlarımız. Büyük çoğunluğumuz bunları birer zırh haline getiriyoruz. Toplumsal bağlamdaki siyasi-sosyal çatışma ve savaşların içinde çok kullanışlı olan bu zırhların içinde tekil bireyler olarak bunaldığımızı, sıkıştığımızı, canımızın yandığını itiraf edemiyoruz. Bunun yerine daha çok bağırarak, daha çok slogan atarak, daha çok kavga ederek kendimize isyan ediyor, sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Zırhlarımız güçlendikçe içinde yaşayan benlik eziliyor, kendi içine kıvrılıyor. İzafi de olsa yaratıcılık ve üretkenliğe dair ne bir duygu ne de bir düşünce ışığı parlamıyor. Sadistik ve nevrotik kavgaların yaktığı ateşin vurduğu zırhlarımızdan ışıyan parıltıları ışık, birbirimize çarparak çıkardığımız gürültüleri ses sanıyoruz. Böyle bir hengamede ne ışık ne de ses mümkün.