Blog

24.04.2015 21:23

BİZİM MAHALLE AŞAĞIKİ MAHALLE SİZİN MAHALLE YUKARIKİ MAHALLE

Genco bisikletle kalkmış İstanbul’un göbeğinden Anadolu turuna çıkmış, Anadolu insanını tanımak tanıtmak için yollara düşmüş; yerinde görmek istemiş, yaşam alanlarında gözlemlemek istemiş insancıkları.
Tabi anılar biriktirmiş, tanımış Anadolu insanlarını, bir de kitap yazmış, satıyormuş da kendi çapında. Bi heyecanla anlatıyor gördüklerini, yaşadıklarını; marstan görüntü alan nasa görevlilerini kıskandıran bi heyecanla.  
Ama bi durun, bi sakin olun artık; ne olduğunuzun nerde olduğunuzun farkına varın, bu kadar yabancılaşma da bünyede karın ağrısı yapıyor.
Anlıyorum, tamam Anadolu’yu gezerken içinizde kelebekler uçuşuyor, Bolu’ya kadar Yakındoğu, Bolu’dan sonrası Uzakdoğu gezisi tadı veriyor. E ama anadolu insanı da sizin gençlik meraklarınızı ve macera güdülerinizi tatmin edecek egzotik yaratıklar değil ki. Hep buradaydılar, göremediğiniz burnunuzun dibinde.
Kimbilir belki sizde var bi tuhaflık; İstanbul’un, Ankara’nın İzmir’in seçkin muhitlerinde, kendi habitatlarında gözlemlenmesi gereken yeni yaşam formları size ait olabilir mi? Hele bi durun, belki onlar da sizi gözlemlemeye gelirler.
Bu toprakların insanına bir kuşakta bilemediniz iki kuşakta yabancılaşmak bu kadar mı kolay olur.
Ama siz de haklısınız bir yerde; seçkin uygarlığınızın uğramadığı coğrafyanın kavruk insanları bunlar en nihayetinde.
Arya’dan haberleri yoktur bozlak dinlerler, elleri gitara değil bağlamaya gider.
Üzerine vıcık vıcık mayonez ve ketçap boca edip, çatal bıçakla işkence ettiğiniz, yemeyi de beceremediğiniz italyan hamurlusunu bilmezler de, lahmacundu, sıkmaydı, gözlemeydi hüpletirler.
Siz barbekü partisi yaparsınız, onlar mangalda kebap çevirirler.
Yav bunlar pilates yapmayı, tenis oynamayı, Bodrum güneşinin altında bronzlaşmayı, yoga ve meditasyon yapmayı bilmezler, astrolojiden de haberleri yoktur, guruların dolarla sattıkları bilgeliklerin peşine de düşmezler.
Bunlar halı sahada maç yapar, tarlada tapanda amele yanığı olur, cumaya gider, cem eder, türbelere yüz sürer, hacısının, hocasının, şıhının, dedesinin lafını dinlerler.
Hayatın gustosu, aroması yoktur, ne balsamik sirkeyi bilirler ne de moonlight sonata eşliğinde kırmızı şarap içerler.
Üzerine titredikleri on parmağında on marifet kuşanacak tek çocukları yoktur bunların. Çok çocukludurlar, çocukları üç numara tıraşla gezer, sendrom, travma tanımazlar, erken büyürler.
Ama sahicidirler bunlar arkadaş, numara yapmaz, rol kesmezler; kartondan biçilmemiştir karakterleri.
Sizi gidi patolojik modernleşmenin mutant çocukları sizi. İçinize sindiremediğiniz, tam anlamıyla anlayamadığınız ve işinize geleni çabucak alıp, işinize gelmeyeni bir el çabukluğuyla yok saydığınız batılı değerlerin yaratamadığı, olmamış çocuklar, koca koca adamlar hanımefendiler, beyefendiler.
Siz sahici değilsiniz, tüm zıpçıktılığınıza rağmen sınıfsal konumunuzun verdiği özgüvenle mabadınızı her yana yayıyor, hiçbir yere sığamıyorsunuz.
Engin bilginizle her şeyi bilirsiniz, herbokoloji mastırı yapmış üstatlarsınız.  Üç beş aylık kurslardan aldığınız sertifikalarla yaşam koçluğu, ilişki uzmanlığı yaparsınız.
Basit meraklarınızı ve anlamsız metafizik algılarınızı derinlik diye pazarsınız da satamazsınız; kimse okumaz, kimse dinlemez sizi mahallenizdeki kankalarınızdan başka. Bi de küsersiniz bunun için. Daha bi beğenmez olur, turşu yemiş de ekşimiş gibi duran suratlarınızla bakınıp durursunuz. Anca, dış bükey aynalarınızın karşısında mesut olursunuz. 
Sevilmezsiniz, çünkü sevmeyi bilmezsiniz, ama sevgi üzerine konuşmayı çok sever, retorik retorik gezinirsiniz. Tek tek insanları sevmeden, sevemeden insanlığı sevdiğinize kendinizi inandırırsınız. 
Gücünüzü herkesi sizin gibi yapmaya yemin etmiş sistemden alırsınız. Devlet de iktidar da sizsiniz, kimseye bırakmazsınız. Giden iktidara kızar, küser, öfkelenir, seçkin ağzınıza yakışmayan ama belki de sadece size yakışan küfürler edersiniz. Hakaretiniz durum tespiti, küfrünüz tatlı kızgınlık olur.
Kendi dünyanızın değerlerini zinhar tartışmaz, tartışmaya açmaz, aşağı mahallenin dünyasını hallaç pamuğu gibi atarsınız. Sizin mahallenin kolpaları sempatik, empatik tatlı haytalarken, aşağı mahallenin “ama” diyen apologetic duruşu reddeden çocukları hadsiz hırtlardır sizin nazarınızda.
Zavallı insancıklar sizin kurduğunuz hükümferma yapıların karşısında iki büklüm oldular bir zaman. Kasketlerini buruşturdular, ellerini kollarını nereye koyacaklarını bilemediler çatık kaşlı heyulanız karşısında. Korktular, korkuttunuz; üstenci tavrınızla, azarlamalarınızla, hizaya getirmelerinizle, silahlı silahsız sadistik iktidarlarınızla.
 Küçümsediniz, aşağıladınız, koca bir topluma çocuk muamelesi yaptınız; ne yapsa beğenmediniz. Köylülüklerinden nefret ettiniz, şehirlere akın edince tiksindiniz, burun kıvırdınız.
İçerisinden çıkardıkları okumuşlarını devşirdiniz, devşiremedeklerinizi devirdiniz, yıktınız, yaktınız kül ettiniz. Kahramanlarını ellerinden aldınız; sesini çıkaranları, direnenleri mahpuslarda, sürgünlerde çürüttünüz.
Çocuklarını ideolojilerinize malzeme yaptınız, vurdunuz, vurdurdunuz. Siz özgürlük şarkıları söyler, hamaset ve hamakat dolu nutuklar atar, marşlarla yeri göğü inletirken bu çocuklar, aşağı mahallenin delikanlıları, kızları ekin gibi biçildi.
 Keser döndü sap döndü bugün hesap döndü. Dinlemiyorlar artık sizi, korkmuyorlar sizden. Karşınızda eli kolu titreyen babaların çocuklarının başları artık eğik değil, gözünüzün içindeki kötülüğe dimdik bakıyorlar.
Kendi dünyasından utanan, kendi varlığını ağır bir yük gibi sırtında taşıyan, kendi varlığını bir kusur gibi, bir yara gibi gören, çocuklar yok artık karşınızda. Aşağı mahallede çok şey değişti siz fark etmeksizin. Sizin gibi iyi okullarda okumamış, sizin gibi dünya görmemiş, sizin gibi rafine estetik algılara sahip olmamış babaların çocukları artık bildiğiniz gibi değil.
E o zaman nedir; bi zahmet bilmediğinizi bilin de biz de rahatlayalım siz de. Üzerimizden gerginliğimizi atalım da, bitirelim şu mahalle kavgalarını. 
24.04.2015 21:22

DELİ GÖMLEĞİ

Kaygılarımızın kaynağını bilmeden bunların peşinden giderek bu dünyadaki varoluşumuzu anlamlandırmaya çalışıyoruz. Batılıların “endişe çağı” olarak isimlendirdikleri dönemin hali hazırda devam ettiğini söylemek de mümkün. İnsanoğlunun tabiata hükmettiği araçsal aklın zaferinin, büyük anlam boşlukları yarattığı bir dönüşümdür söz konusu olan. Kazandığımız savaş sonrasında yaşadığımız yabancılaşma duygusu bizi varlık âleminde yapayalnız bırakıyor. Modern birey anlamdan soyutlanmış bir dünyanın esiri olmak zorunda kalıyor.
Kendi yaşantımızda küçük anlamların sağladığı imkânlarla yol alıyoruz. Sahip olduğumuz çok katmanlı kimliklerimiz bunlara bağlı toplumsal rollerimizi belirliyor. Her birimiz kendi içinde tekdüze bir yapıya sahip kişilik özelliklerinden uzakta, kimi zaman çelişen kimi zaman kesişen eğilimleri içeren karmaşık benlik süreçlerini barındırıyor. Buradaki karmaşıklık benlik yapımızın statik ve durağan dışı olmasını sağlıyor. Tüm bu kişilik parametrelerinin zenginliği ve çeşitliliği aslında kendimizi inşa ederken kullanacağımız malzemeyi zenginleştiren özellikler taşıyor. Bu itibarla, dışa açık ve dışa dönük kişilik yapıları daha derinlikli ve özgün kişisel dünyalara işaret ediyor.
Dışsal etkilere karşı korunaklı özelliğe sahip kendi içine kıvrılmış benliklerin durağanlaşan algıları, anlama sorunlarına ve böylelikle yeni kaygıların ortaya çıkmasına yol açıyor. Bilmediğimiz, bilemediğimiz ve bunun ötesinde anlamadığımız olgularla donanmış bir yaşam alanının tehdidini hisseder oluyoruz. Kendimizi etkilenmez, değiştirilmez değerlerle kendi içimize kapattığımız için, dış tehdit algısı olağandan daha büyük görünmeye başlıyor. Böyle bir durumda, kendi varlık alanımızı savunmak adına gölgelerle savaşmaya başlıyoruz. Bunun sebep olduğu çatışmacı kimliğimizin yarattığı gerginliği taşımaya odaklı yaşam biçimimiz, değer üreten değil değerleri tüketen ve içini boşaltan bireyler yaratıyor. Bu haliyle, başladığımız noktaya, mağaramıza geri dönüyoruz; yeni bir dünya yaratmanın da ötesinde elimizde olandan da oluyoruz.
Sahip olduğumuz içsel zenginliklerin kullanılmadan, işlevsel hale getirilmeden öylece orada duruyor olması ayrıca başka tür bir soruna sebep oluyor. Ne kadar dışa dönük bir kişilik yapımız olursa olsun, bizi etkileyen olguları bilgiye dönüştürecek niyetimiz ve dahası gücümüz olmadığı müddetçe, içinde kaybolduğumuz bir iç deniz yaratıyoruz kendi ellerimizle. Bu gücü devşirebilmek için gerekli çabayı ve emeği içeren mizaçlara sahip değiliz belki de. Bizim adımıza hazırlanmış bir dünyanın tüketicisi olmayı vadeden toplumsal kodlarımız sayesinde sahip olduğumuz zihinsel atalete dayalı zihinsel konformizmin başka türlü bir mizacı oluşturması da mümkün değil. Buna karşı direnmek için, içinde kendimizi bulacağımız bir direniş kültürünün oluşturulması gerekiyor. Her kesimin diğerini eleştirel olmamakla suçladığı kuru gürültünün dışında, kendimiz için, kendi başımıza bunu başarmamız gerekiyor.
Sıradan olana karşı sıradan yöntemlerle direnmek bizi sıradanlaştırıyor; şikâyet etmek, söylenmek, kızmak, öfkelenmek, genel geçer kabullere göre düşünmek, bizi sıradan olanın içine çekiyor. Özgün olma özlemi ve niyetini saplantıya dönüştürmeden, tüm doğallıyla yaşatabilmek ve sürdürebilmek için, kendimizde karşılığı bulunan değerleri çoğaltmak lazım. Bize ait olmayan, ama aitmiş gibi görünen, bir türlü sindiremediğimiz, içselleştiremediğimiz değerler temelinde inşa ettiğimiz benliklerimiz, yüksek ama estetikten yoksun bloklar gibi sıralanıyor; birbirimize nefes aldırmıyoruz. Ufuk çizgisinin ve gökyüzünün kaybolduğu bu dünyada, taş gibi yerimizde durduğumuz halde özgürlük türküleri söylüyoruz.
Bu darboğazdan çıkmanın yolu öncelikle kendi ağırlıklarımızdan kurtulmayı sağlayacak bir yüzleşmeyi kaçınılmaz kılıyor. İçinden geçtiğimiz eğitim müfredatının bize intikal ettirdiği, aile ve çevremizden tevarüs eden, yaşadıklarımızla biriktirdiğimiz tüm otoriter eğilimlerimizi yoklamak, bunlarla bir yerde hesaplaşmak iyi bir başlangıç noktası olacak. Aksi takdirde, amalarla dolu cümlelerden malul bireysel paradigmaların kısırlığına mahkum olmaya devam edeceğiz.
Bireysel olarak her birimizin vazgeçilmez düşünceleri, inançları, liderleri olabilir; ancak sorun tüm bunların herkes için vazgeçilmez olmasını istemekle başlıyor. Bir adım sonrasında bu vazgeçilmezlikleri kabullenmeyenlerin ötekileştirildiği, küçümsendiği, aşağılandığı ve zamanla düşmanlaştırıldığı, bizim de çoğu zaman farkına varamadığımız sinsi bir süreç işliyor. Toplum içindeki konumumuz ve gücümüz arttıkça bu süreç çok daha belirgin bir hal alıyor. Toplumsal tabanda farklılıklar çok büyük bunalımlara yol açmadan hayatın içerisinde yaşanmasına rağmen, açıktan açığa itiraf etmeseler de kendilerini seçkin, aydın, elit olarak gören toplumsal kesimde ciddi karşıtlıklar ve buna dayalı düşmanlıklar kök salıyor. Jakoben aydınlanmacı modernist geleneğin etkinsinde gelişen bu zihinlerde, mutlak doğru, hakikat ulaşılmış bir gerçeklik olarak tevarüs ediyor. Böylelikle, hangi ideolojiye sahip olursanız olun, doğruyu biliyor olduğunuzu düşünmenizin de ötesinde, herkes için en doğrusunun ne olduğunu da adınız gibi biliyorsunuz. Aydın despotizmini besleyen ve çok net bir şekilde totaliter eğilimleri barındıran bu yapı, modernizmin tornasından geçmiş hepimizi az ya da çok etkiler nitelikte. Eleştirel düşünce bu durumda sadece ötekileştirilen için çalışan bir tarafı keskin kılıç gibi işliyor. Bıkmadan usanmadan bu pratiği tekrarlayıp duruyoruz.  
İdraklerimize giydirilmiş bu deli gömleklerinden kurtulduğumuzda nefes almaya başlayacağız… 
24.04.2015 21:21

İÇSES

İnsan, iyiyi ve kötüyü içinde taşıyan varlık. Her birimizin kendimize ait benlikleri olduğundan, kendi iyiliğimizi düşünürken bunun kendi çıkarımız anlamına geldiğini unuturuz çoğu zaman. Kendimiz için belirlediğimiz bu “iyilik” algısı, yaşadığımız “ben” çağının yönlendirmelerinin etkisi altında tamamen “çıkar” a dönüşür. Öncelikle şunu kabul edelim, hiç kimse kendi benliğinden bağımsız hareket edemez ve her birimiz şu ya da bu şekilde kendimiz için yaşarız. Ancak, çağın kibri ile kavrulmuş zihinsel melekelerimiz her zaman kendimiz için neyin iyi olduğunu bilebileceğimizi söyler; kişisel kanılarımızla beslenmiş bir iyilik fikri döner durur içimizde. Eylemlerimizi de meşru kılan bu mutlak öznel iyilik algısı, her birimizin kötülük karşısındaki gardını teker teker düşürür.
Zaman içerisinde, yaş ilerledikçe içimizde tanımladığımız değerler kemikleşir, özgül ağırlıkları artar; bunları yerinden oynatmak giderek imkansız hale gelir. Eğitim görmüş, mürekkep yalamış bireylerde okullar bittiğinde bilgi ile kurulan ve zaten eğreti duran ilişki de biter. Bu saatten sonra yeni şeyler öğrenmekten çok bildiklerimizi tahkim eden, yaşama biçimimizi ve yaşama değerlerimizi onaylayan, olumlayan dünyaları benimseriz. Bildiklerimiz ve yaşam değerlerimiz, üzerinde emek harcanmadan elde edilen ve sahiplenilen kurgular olduğundan, yaşlandıkça olgunlaşmak yerine hamakatla malul bir üst-benlik inşa etmiş oluruz kendimize.
Herşeyden önce kendimizle yüzleşmeliyiz; aynaya baktığımızda gördüğümüz şeyin içine nüfuz edebilmeliyiz. Her birimiz kendi değerlerimiz üzerinde düşünürken, içinde yaşadığımız dünyayı da anlamlandırmış oluruz.
Düşünceler kelimeler üzerinde yürür; kelimesiz ve dilsiz bir düşünme aksayarak ilerler ve kendini tekrar eder. Dil varlığın evidir der bir düşünür. Dilimizin zenginleşmesi düşüncelerimizi renklendirir.
Bu toprağın çocukları olarak bize kalan dil, derinliğinden ve zenginliğinden olabildiğince soyutlanmış, kurtulmuş bir dil. Kanı çekilmiş, nefes alamayan, anlam zenginliğini kaybetmiş bir dille yol alabilmemiz çok mümkün görünmüyor; üç yüz kelimelik bir dağarcıkla dilin imkânlarını kullanamazsınız. Birbirimiz anlayabilmemizi de imkânsızlaştıran bu çorak alanda yeni bir dünya kurulamaz. Yüzyılların birikimiyle bize miras kalan tüm imkanları yeniden keşfetmemiz, toplumsal geçmişimizle tekrar bağ kurmamız gerekiyor.
Toplumsal hafızanın tasfiyesi ile birlikte anlamsız bir boşlukta salınıp durmaktayız. Birey olarak bize ait toplumsal genlerin tarifini yapmaktan uzak düştüğümüz gibi yeni ve özgün değerler yaratamıyoruz. Yaptığımız şey, güncel bilginin içerisinde oradan buraya koşuşturmak. Güncel bilgiyi belirleyen parametreleri de anlamaktan uzağız; günceli tüketmek ve yeniden tüketmek üzerine bir yaşam modeli kurmuş durumdayız.
Ne geçmişi biliyoruz ne de bugüne vakıf olabilmişiz. Bu toprakların kültürüne yabancılaştığımız gibi, Batı değerlerini de tam olarak anlayabilmiş değiliz. Uzak geçmişini yadsıyan ve reddedenler yakın geçmişini tümüyle kutsayıp bilimsellik adı altında dondurulmuş bir tarihin değerlerini savunuyor.  Temel bilimlerdeki yetersizliğimiz bilimsel-teknolojik yetersizliklerimiz beslerken, sosyal bilimlerdeki küçük adımlarımız kendi sosyal dinamiklerimizi kavramsallaştırma ve çözümleme yetilerimizi sınırlandırıyor. Tarihsel arkaplanıyla gelen kutsal devlet kültü bireysel özerkliklerimizi sindirirken, toplumsal sorumlulukları dışlayan sadece ve sadece bireyi esas alan yeni anlayışlar, kişisel gelişim fantazyaları içi boş devasa benlikler yaratıyor. Bir yandan siyasal sistemimizdeki otokratik özellikleri tartışıyoruz, diğer yandan gündelik hayatımızda kuralsızlığı benimsemiş, aklına gelen her şeyi yapan ve cezai yaptırımlara maruz kalmayan bireylerin baskın olduğu anarşik yaşam pratiği ile tehdit altındayız.
Bu koşullar altında aydın despotizmine varmayan bir entellektüel rehberliğe ihtiyaç var. Uzun soluklu değerlendirmeleri tüm sığlığıyla felsefe yapmak, edebiyat parçalamak şeklinde zannınca küçümseyen toplumsal kodlara rağmen, entel-dantel yaftasıyla karikatürize edilip pasifize edilen entelektüellerin kelimelerine ihtiyacı var bu toplumun. Güncel siyasetin tarafı olmadan siyaseti anlatacak, ne uzak geçmişin reddine ne de yakın geçmişin kutsallığına sığınmadan tarihsel olanı yorumlayacak ve bugüne bağlayacak, Doğu’yu reddetmeden Batı’yı bilecek, bize hem Doğu’yu hem de Batı’yı anlatacak, devleti kutsamadan toplumu önemseyecek, bireyi ilahlaştırmadan bireysel olanı altını çizecek, makro siyaset saplantılarına kapılmadan mikro düzeydeki toplumsal hastalıklarımızı tespit edip, reçeteler konusunda fikir verebilecek entelektüel sese azami derecede ihtiyacımız var.  Hali hazırda şu anki toplumsal hercümercimiz içerisinde, yeterince duyamadığımız bu iç ses bizi iyileştirmeyecektir ansızın ama, bu sesin kendini tanımaya muhtaç bu topluma iyi geleceği de kesin gibi görünüyor.
07.04.2015 09:37

KÖRLER VE FİLLER

Anlık düşünceler içerinde yol alırken nefes almayı unutarak yaşıyoruz. Alacağımız her bir nefeste yeniden düşünme imkanlarını elde edeceğimiz durakları kaçırıyoruz. Zihnimizin penceresinden bakarken akan görüntüler bizim hareket halinde olduğumuz yanılsamasını yaratıyor. Olduğumuz yerde duruyoruz, gördüklerimiz bizi esir alıyor. Gördüklerimizi anlamlandırabilmemizi sağlayacak ön-birikim üzerinde kafa yormadığımızdan yetersizliğimizin de farkında değiliz. El çabukluğuyla, kestirmeden tüm hayatı neredeyse bütün detaylarıyla güncel olanın içine ve özellikle de güncel politikanın içine sıkıştırıveriyoruz. Hilmi Ziya Ülken’ in “Türk aydınının güncele tutkunluğu”  olarak tanımladığı bu durum günümüzde neredeyse bir saplantı haline gelmiş durumda. Güncel olandan bağımsız iki cümle kuramıyoruz. Tüm değerlendirmelerimiz bir ucundan mutlaka güncel olana bağlandığından havada köksüz bir şekilde asılı kalıp kısırlaşıyor.
 
Karşı karşıya kaldığımız her şey bir yanıyla bize, insana dokunuyor. İnsanın tarihselliği dolayısıyla bizimle ilintili olan her şeyin güncel görünen yüzünün dışında tarihsel bir içeriği, arka planı mevcut. Kavramlar ve olguların ele alınmasında bunu gözden kaçırdığınızda, kontrastı arttırılmış bir dünyanın içinde bulursunuz kendinizi; renklerin olanca parlaklığında detayların kaybolduğu bir resimdir zihninizdeki. Cazibesi ışıltısından kaynaklanan bu resim gerçekliğin çarpıtılmış bir görüntüsünü verir ancak.
 
Yaşadığımız, karşı karşıya kaldığımız her şeyi tüm güncelliğiyle ve özellikle doğrudan siyasetle ilişkilendirerek değerlendirdiğimizde katıksız bir bataklık yaratıyoruz kendi ellerimizle. Şahit olduğumuz, maruz kaldığımız her şey birer sonuçtan ibaret. Bunlarla ilgili herkesin söyleyeceği çok şey var gibi görünüyor. Ancak, bunların nedenleri ve oluşum süreçleri ile ilgili konuşacak, yazacak insan sayısı çok az. Bir kere böyle bir şeyin alıcısı, pazarı yok; uzun uzun dinlemek ve satır satır okumak oldukça yorucu çok büyük bir kitle açısından. Bu bir yandan zaman kaybı gibi görünürken, böyle bir yöntemi anlaşılmaz ve dolayısıyla gereksiz gibi gösteren yaygınlaşmış, kitleselleşmiş zihinsel tembellik ve atalet gibi vahametle de karşı karşıyayız. Ayrıca, olguları yaşam alanları ile birlikte ele almak önemli oranda bilgi ve özellikle düşünsel emek gerektirir. Kullanıma hazır şablonlar üzerinden okuma yapmaktan çok daha zordur bu süreç. Şark kurnazlığına alışmış ve her şeyin kolay ve kestirme yoluna bağımlılık kazanmış insanımız, modern dünyanın dayattığı hızlı yaşama rüzgarını da arkasına alarak bundan azamiyetle kaçınır. Bu öyle bir hastalıktır ki, okumuş yazmış kesimlerimizde de çok yaygın bir şekilde semptomları görülebilir. Örgün eğitim süreçleri okumuşlarımıza en fazla bir meslek verir; metodik disipline bağlı bir düşünme sistemi kazandırmaz. Teknik konularda elzem olduğu apaşikar görünen metodik yaklaşım, söz konusu alan sosyal hayata dair olgular olduğu zaman hiç önemsenmez; herkes her istediğini her istediği gibi söyler ve yorumlar. Kurulan denklemlerin ve inşa edilen yapıların nasıl dayandığı rasyonelleri varsa, sosyal bilimlere konu olan alanların da önemli tutarlılıklara ait rasyonelleri vardır. Dolayısıyla her şey bu kadar hızla ve kestirmeden güncele bağlayarak ele alınamaz. Öte yandan, sosyal bilgi alanı hızla düşünülerek elde edilen keskin yargıları ve genellemeleri kaldırmaz; mutlak doğruların mutlaklığı her zaman tartışmalıdır.
 
Belirli birtakım görüşlere sahip olmamız, bunlar üzerinden değerlendirme yapmamızı zorunlu kılmaz. Hayatın dinamizmi bu tip kısıtları dışlayacak kadar güçlüdür. Tümdengelime dayalı çıkarsamalarımız bunun karşısında aciz kalacaktır. Kendi çerçevemizde bildiklerimizden hareketle yaşananı yorumlamakla sonuca varmış olmuyoruz; yaşamdan hareketle bildiklerimizi gözden geçirmek ve gerektiğinde yeniden gözden geçirmek zorundayız. Bu anlamda tümevarımsal yöntemin en önemli faydası bildiklerimizin donmuş gerçeklikler haline dönüşmemesini sağlamaktır. Katılaşmış ve keskinleşmiş düşünce dünyasını anlatan fanatizm olgusu herkesi, her kesimi kuşatabilecek özelliklere sahip. Genellikle metafizik algılarla ilişkilendirilen fanatizmin pek ala rasyonel dünyada da karşılığı var. Modernizmin doğurduğu ideolojik tasarımların ağında pek ala algılarınızın köreldiği bir fanatizmle enfekte olabilirsiniz. İdeolojik söylemlerin yaktığı zihinler, farklı gerçeklikleri algılayabilme yetisini yitirirler. Çok acı yediğinizde tat alma duygunuzun paralize olması gibi, ideolojik yanma da en azından geçici bir süre anlama yetilerinizi kısırlaştırır. Bu tip bir sürecin işlemesi makro düzlemde tanımlanan kapsamlı bir ideolojinin taraftarı olmakla ile ilgili değildir yalnızca. Kişisel hayatınızda kendiniz için yarattığınız yaşam ideolojisi de bu kapsamda değerlendirilebilir. Kimliksel algılarınızın aşırı politize olmuş yeni versiyonu ile ortaya çıkan yaşam ideolojiniz, mikro düzlemde çok benzer süreçlerin işlemesine yol açar. Saplantılı tanımlar ve değerlendirmeleri içeren bireysel fanatizm önemli bir fenomen olarak karşımızdadır. Bu durum kimi zaman bireyi tamamıyla kuşatacak bir patoloji olmasa da, bu tip eğilimlerin baş verdiği bireysel duruşlar oldukça yaygın bir hal almış durumda.
 
 
Körlerin filleri kendince tarif etmeye çalıştığı ve bunun kavgasını verdiği böyle bir dünyada gözlerimizi sürekli açık tutmaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Yalnızca filleri değil, körleri de gördüğümüz müddetçe, hem onlara ne kadar benzediğimizi hem de onlardan ne kadar uzakta olduğumuzu anlayacağız. Bu da bize görmeye devam etmek için gerekli gücü sağlayacak. 

 

01.04.2015 12:05

KÖTÜMSER DÖNGÜ

Zamanın izini takip ederek aldığımız yol kimi zaman bizi tekrar aynı yere getiriyor. Tekrarların içinde kayboluyoruz. Tarihi tekerrür ettiren insani zaaflarımız kolay baş edilecek türden değil. Her şeyin en iyisini en doğrusunu bildiğimiz yanılsaması her şeyin en iyisini hak ettiğimiz algısıyla birlikte şekilleniyor. Her şeyin en iyisini hak ettiğimizi düşünebilmemiz için kusursuz bir mutlak benlik algısına sahip olmak gerekir. Hayatına dair hiçbir pişmanlık duygusu olmayan, “keşkelerinin” hiç olmadığını düşünenlerin derin kibri bunun en tipik örneği. Her şeyin en iyisine layık olmak insanların en iyisi olduğu varsayımını barındırır; eksiklikleriniz ve zaaflarınız yoktur. Tamamlanmış, tekâmüle ulaşmış, evrimini tamamlamış olduğunuz duygusu sizi içten içe kuşatır. Ancak, tüm narsizmlerde olduğu gibi kendini bu durumun derinlerde, bilinçaltındaki derin eksiklikleri bastırma duygusuyla da ilişkisi olabilir. Hepimizin doğal olarak sahip olduğu zaaflarımızla yüzleşmekten kaçınmanın en etkin yolu bunların tümünü baskılamak olacaktır. Buradan da hızla “süper egoya”  geçilir.
Bireysel kibrimizin ortaya çıkardığı en önemli komplikasyon yalnızlaşma sürecidir. Kendinden başka hiçbir şeyi değer olarak ele almayan bireyin, diğer insanlarla ilişkilerinin niteliği zamanla özne-özne ilişkisinden özne-nesne ilişkisine doğru kayar. Birey olağanca öznel mutlaklığıyla algıladığı dünyayı tamamen nesneleştirmiştir artık.  Sadece eşyaların değil insanların da kullanım değerleriyle öne çıktığı bir durumla karşı karşıyayızdır. Bunun yaratacağı antipati ister istemez yalnızlık üretir. Ancak, böyle bir patoloji birçok insana bulaşıp toplumda genel geçer haline geldiğinde ve narsistik eğilimlere sahip yapının toplumsal profili belirlediği durumlarda, yalnızlık sorunu da görece çözülmüş olmaktadır; benzer patolojik benlik algıları bireyler arası ortak paydayı oluşturacaktır. Böylelikle bireyler görünürde yalnız olmaktan kurtulurlar, ancak bu tip birlikteliklerin tamamı sahici muhtevadan uzaktır. İlişkilerin içeriksizliği ve sahici temellere dayalı olmaktan uzak olması bireyin narsistik eğilimlerini daha da güçlendirir. Birey kendisinden başka kimseye güvenemez hale gelir ki buda başladığımız noktaya dönmüş olmamız demektir.
Tüm bu süreçlerin kolektif bir çerçevede ele alınması da mümkündür. İçinde bulunduğunuz ve kendinizi ait hissettiğiniz toplumsal yapının bir parçası olarak, kendiniz için oluşturduğunuz toplumsal kimlikle sarsılmaz bir ayniyet ilişkisi kurarsınız. Kimliğinize dair tüm parametreler bireysel narsizmin de beslediği inançlarla ele alındığında mutlak doğruları işaret etmektedir. Kolektif dayanışma adına kendinize ve/veya kendi dünyanıza yönelik eleştirel bakışın bastırıldığı böyle bir süreçte rasyonalitesi yitirilmiş doğruların oyuncağı haline gelmek her an mümkündür. Sorgulanmamaktan dolayı katılaşmış ve kütleleşmiş algılarınızın yarattığı keskin ve genel yargılarla hayatın tüm karmaşıklığından kurtulmuş oluruz. Bizim kimliksel algılarımıza uymayan realiteler artık yamuk-yumuk gerçeklikler olduğundan, bunları kendi zihinsel dünyamızın tornasından geçirerek düzleştiririz. Böylelikle fazlalıkları atılmış orasından burasından kırpılmış bize ait yeni realiteler ortaya çıkar. Bunları bir güzel kendi terminolojimizle, jargonumuzla cilaladık mı ışıl ışıl parıldayan realitelerimiz vardır artık. Rasyonalitesi eksik düşünme sürecimizin mutasyona uğrattığı bu sentetik gerçekliklerin oluşturduğu mutant paradigmanın esiri olama yolunda ağır ağır ilerleriz.
Sürgit devam eden bu süreçte hakkını vermeden sahip olduğumuzu zannettiğimiz üst-değerler kendimizin ve ait olduğumuz dünyanın eleştirilmezliğine katkıda bulunur. Demokrat olmak, sosyalist olmak, solcu olmak, liberal olmak, sağcı-muhafazakâr olmak,  inançlı olmak, hümanist olmak, milliyetçi olmak, modern olmak hem başlama noktamız hem de bitiş noktamızdır. Tüm bunların her biri bizi dokunulmaz kılan değerlerdir. Apriori olarak tüm bu değerler bizi en başta baştan aşağı “iyi” yapmaktadır. Dolayısıyla, bizim fazladan bir çaba göstermemize, düşünsel anlamda ağır yükler altına girmemize hiç gerek yoktur. Kendimizi tanımladığımız toplumsal pozisyondan aldığımız güçle her şeyin teorisine ulaşmışızdır zaten. Doğru yerde durduğumuzdan ve durduğumuz yerin gösterdiği istikametten zerrece şüphemiz yoktur. Böylelikle, bizim kendimizi tanımladığımız alanların dışında kalan alanlarda bulunan kimlikler olarak “kötü” olarak tanımlanır. Bu durumda, eleştirel düşüncenin temel dualizmi olan doğru-yanlış kategorizasyonunun yerini iyi-kötü çatışması alır. Tüm bu kimliklerden doğan ve bu kimlikleri besleyen davranış ve algıların doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmak yerine, iyilerin ve kötülerin savaştığı siyah-beyaz bir kadraja sıkışır kalırız. Birlikte yaşamak bir yük halini alır.
Vahim olan bu savaşta en çok cengâverlik gösterenler bu değerlerin içeriğine en az vakıf olanlardır. İnsan bilmediğine düşmandır, çünkü kendini bilen bilmediğini de bilir. Sahip olduğu düşüncenin yekpare bir dünyayı anlatmadığı, aynıyla türdeş bireyleri barındırmadığı, kendi içinde birçok alanda çatallaşan cevapları içerdiğini bilebilecek bireyin, bu dünyayı anlama çabası ister istemez diğerlerini de anlama kapısını aralayacaktır. Bir yandan, kendi dünyasındaki farklılıklara kafa yoran birey “farklılık” kavramını bir zihinsel kategori olarak tanımlayabilecektir. Öte yandan böyle bir durumda enerjisini “kendi varlık sebebini” anlamakla harcadığından savaşma gücünü ve isteğini duyumsamayacaktır. Bunun yerine, yeni durumlarda yeni sorunlara yeni cevaplar nasıl verilir meselesine odaklanacaktır.
Savaşın olmadığı yerde mevzi de yoktur; kapılar vardır, farklı dünyalara açılan birbirine komşu farklı kapılar. Kapılar açılır, kapanır; dünyamızın dışına çıkarız, ortak mekânlarda ortak tecrübeler yaşar tekrar kendi dünyamıza döneriz daha sonra tekrar çıkmak üzere. Yaşadığımız ortak tecrübelerle bir yandan ortak bir dünya yaratırken diğer yandan kendi farklılığımızı fark ederek kendi dünyamızın özgünlüğünü zenginleştiririz.
İnsanın insana kısacık bir müddet teğet geçtiği şu dünyada gerisi sadece bir kuru kavgadan ibaret….
25.03.2015 10:45

GÖRÜNEN NEDİR

Olmuş olan olması gerekendir denilebilir belki; böylelikle mevcut durum korunmuş olur. Ancak, olmuş olanın zannettiğimiz gibi olmadığını, olması gereken olmuş budur dediğimiz şeyin hakikatte başka türlü gerçekleştiğini, hatta mevcut durumu boşa çıkaran başka bir olmuş olduğunu bilmenin bizi nereye götüreceği aşikar. Zihinsel gerilim taşınamaz bir yük halini alır. Olmuş olanı önceden olduğu gibi görmek istersiniz, böyle kalsın istersiniz; ezberlerinizi terennüm edersiniz günbegün. Ya da şüphenin peşinden gider kendinizi gerçekliğin başka türlü yüzlerinin de bulunabileceğinin görüldüğü bir başka evrende bulursunuz. Aslında, burası sizin içinde yaşadığınız dünyadan çok ayrık değildir, aksine ilintilidir; ancak bir türlü aklınız bu kapıya açılmamıştır.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir düsturu varlığın gizemli dünyasına bir yolculuk bileti gibi gelebilir, ama değildir. Gizemden öte bir realite vardır. Bir şey hem göründüğü gibidir hem de değildir. Bize bakan bizim gördüğümüz bir yüzü vardır var olanın. Baktığımız yerden gördüğümüz şey eşyanın bize göründüğü gibi olan yüzüdür. Tüm öznelliğimizle yorumlarız, adını koyarız gördüğümüzle, başka türlüsü de olamaz zaten. Yorumumuzda, tanımlamamızda yaşam hikayemizin izleri vardır her birimizin. Bize görünen aslında bizde görünendir, kendi aynamızda alırız görüntüyü her birimiz. Çoğumuz bunun gerçek olduğunu düşünerek görüntüler dünyasında yaşarız; gerçekliğin bundan ibaret olduğuna kani oluruz. Yansımalar dünyasının neferi olur, bilmediğimiz omca şeyin ya yanında ya da düşmanı oluruz.
Göründüğünün dışında bir başka gerçekliğe sahip olabilecek bir varlık dünyasının var olduğunu söylemek bana düşmez. Bunu her bir insan teki bir şekilde hayatının belirli safhalarında mutlaka tecrübe etmiştir. Algılarının kendisini yanılttığını fark ettiği, gördüğü şeyin içindeki gerçekliğin sonradan bambaşka bir veçhesiyle yüzleştiği bir vakaya şahit olmuştur. Ancak bunu bir türlü bilgi haline dönüştüremeyiz. Gördüğümüz şeyin gördüğümüzün dışında bize görünen yüzünü de içerecek şekilde başka bir şey olduğunu defaatle yaşadığımız halde, görünenin göründüğü gibi olduğunu düşünmeye devam ederiz. Bu belki de kendimiz savunma biçimimizin bir parçasıdır; böylelikle hız kazanmış oluruz. Hızla ölçülüp hızla yaşanan bir dünyada ayakta kalabilmek için, hızlı düşünmek, hızla karar vermek zorundayız. Tanımlarımız, tasavvurlarımız, hayallerimiz, çözümlemelerimiz de bu hıza ayak uydurmakla mükellef gibi görünür. Bunun ötesinde var olanın bize kendisini başka türlü anlatabileceği ihtimalini hesaba katarak ele almak bizi yavaşlatıp zamanın gerisinde bırakacaktır. Hiçbirimiz zamanın gerisinde kalmak istemeyiz. Ötesine geçemeyeceğimiz zamanla hiç yoksa sekans tutturmak isteriz.
Zamane çocuğu olmak böyle bir şey olsa gerek. Zihnimiz sürekli akan görüntülerin anlık fotoğraflarını çekip bunları hızla yorumlarken, bir türlü büyüyemeyiz. Tüm bu süreçte dış varlığın gerçekliğini eksik bırakırken kendi varlığımızı, benliğimizi de buna bağlı olarak ıskalarız. Benlik algımız varlığın gerçekliği ile kurduğumuz ilişkinin derinliğine bağlı olarak güçlenir; her birimiz bu varlığın bir parçası olduğumuzdan, kendimiz anlayabilmemiz, varlığı anlayabilmemizle ilişkilidir. Hazır kalıplarla tanımlığımız dış gerçeklik benlik algımızı yozlaştırır, kendimizi kendi ellerimizle bir kalıbın içine sokarız. Sarsılmaz bir inançla bağlı bulunduğumuz korunaklı bir zaviyeden baktığımız hayat tamamen bizim istediğimiz gibi görünür bize. Beğenmediğimiz, ama dönüştüremediğiz görüntüleri görmeyiz; gördüklerimiz de tamamen bize aittir artık. Gerçekliğin parçalanarak algılandığı yaralı bir bilinçle yaşamak kaderimizdir artık.  
17.03.2015 12:58

BÜYÜK MESELE

Yıpranmış bir zamanın eşiğinde yorgunluktan ayakta duramaz hale gelmiş soluk yaşam enerjimizin götürebildiği yere kadar gidecek bir ömürle yaşaya kalmak zorunda görünüyoruz. Her şeyin ölürken yeniden doğduğu doğanın o döngüsel sürecinin içinde, biz, bu coğrafyanın çocukları, her dem diri kalma gücümüzü yitiriyoruz. Gördüklerimiz, duyduklarımız, şahit olduklarımız karşısında her defasında yeniden ve yeniden umutsuzluk ve kötümserlik kuyusunun kenarına doğru bir adım daha atmak kaderiyle muzdaripiz.
Sevmiyoruz birbirimizi, bunun da ötesinde birbirimize güvenmiyoruz. Sevgisizlik ve güvensizlik korkularımızı besliyor. Birbirimizden korkuyoruz, korktuğumuz gizlemek için ya da korkudan emin olmak için savaşçı kesiliyoruz. Bir savaşçı psikolojisi ile geçen ömür yoruyor hem de çok yoruyor. Tedirgin, kaygılar ve endişelerle boğulan iç dünyamız nefes alamıyor; kendimizi yenileyemiyoruz.
Topyekûn, bir topluluk olarak cinnet halindeyiz. Sahip olduğunu düşündüğümüz, destanlarda, masallarda, menkıbelerde, hikâyelerde, bize anlatılan tüm hasletler, meziyetler şu an uzak yıldızlar kadar yakın bize. Gecenin karanlığında onları seçebiliyoruz belki, ama karanlıktayız işte. Hiç biri dünyamızı ışıtacak kadar bize yakın değil.
Günbegün birbirimizi öldürüyoruz; şiddet sarmalı içinde hapsolduk. Şiddetin dilinden en çok anlayanlar anlayamayanları yok ediyorlar; kadınlar ve çocuklar toplumsal cinnetimizin hazin kurbanları. İzansız bir acımasızlığa maruz kalıyorlar.
Onlar ölürken biz yaşadığımız sanıyoruz, her bir ölüm toplumsal cinnetimizi yeniden besliyor. Küçücük çocuklar topluca taciz edilirken merhamet duygumuz siliniyor bünyemizden. Kurdun kurda yapmadığını insan insana yapıyor. Bütün bu dehşetengiz kıyımlar karşısındaki sessizliğimiz ve acizliğimiz içimizdeki kişiliğimizi kemiriyor. Kötülük sıradanlaşıyor. Kötücülleşiyor toplum, yeni mezalimleri engelleyemiyoruz. İyilik düşüyor, onu düştüğü yerden kaldıracak gücümüzün kalmadığı yere doğru sürükleniyoruz.
Bizi bu noktaya getiren çok fazla şeye maruz kaldık. Kişi başına milli gelir artışına saplantılı hızlı kalkınma hırsımız kişi başına merhameti sıfırladı. Tarihsel bağlarımızı keserek yarattığımız epistemolojik kopuşla yüzyılların biriktirdiği değerler silinirken, yerine yeni ve tutarlı bir değerler sistemi kuramadık. Güçlünün her zaman haklı olduğu ve kazandığı, güvenlik odaklı siyasal sistem yarattık, bunun bireysel ve toplumsal plandaki yansımalarını dikkate almadık, öngöremedik. İlerleme adına, düşüncenin, felsefenin, edebiyatın yer bulamadığı bir dünya yarattık. Şehirlerimizi büyük köyler haline getiren, rafine şehir kültürünü yok eden, şehir kimliklerini kazıyan büyümenin arkasına takıldık. Çocuklarımızı ideolojilere adayan bir eğitim sisteminden, kapitalizm canavarına biat ettiren bir yetiştirme kültürüne sıçradık. Çocuklar böylelikle, ne toplumsal bilinç kazanabildi ne de birey olabilmenin tadını çıkarabildi. Muhayyel bir topluma adanmış çocukların yarattığı bireysiz toplumdan, turbo-kapitalist çocukların büyüttüğü toplumsuz bir topluma evrildik. Yukarıda büyük siyasal kavgalar verilirken aşağıda bireyler içten içe kaybedildi. Binnetice, şu ya da bu şekilde kaybolmuş bireylerden oluşan şekilsiz, kıvamsız, anlamsız bir bütünümsü halinde orta yerde büyük bir mesele olarak duruveriyoruz. 
10.03.2015 12:16

KALP MODERNLİK

“Havarisini yaratamayan İsa’ya deli derler” der Cemil Meriç. İnandıklarımızı başkalarıyla paylaşamadıkça yalnızlaşırız. Dünyaya bakışımızı belirleyen yaşam felsefemize başkalarının da sahip olduğunu bilmek birliktelik duygusu yaratır. Bu da modernizmin bireye indirgediği ve yalnızlaştırdığı insan için yeni kolektif kimlikleri getirir. Bir anlamda, geleneğin belirlediği kolektif yapıları parçalayan modernizmin yeni toplumsal yapıları biçimlendiridiği söylenebilir.
Geleneksel toplumsal yapıların içinde kaybolduğu iddia edilen birey, özgün ve bağımsız konumunu modernizmle kazanırken, bu yeni modernist birlikteliklerin ortaya koyduğu yapıların tam geçirgen ve rasyonel algıyı içeren olgular oldukları söylenir. Bir başka ifadeyle geleneğin tutuculuğundan modernizmin özgürlüğüne yelken açmışsızdır. Belki kendince yeter sayıda kitap okuyarak ve/veya gazete köşelerindeki fikir kırıntılarını atıştırarak beslenen zihinlere sahip yarım aydınlar ve bunların hitap ettiği şekilci modernist kitleler açısından çok açık bir ikilemdir bu. Ancak, aydınlama felsefesinin ışık huzmeleriyle şekillenen modernist algının özgür ve barışçıl bir dünya yaratamadığı hiç de sır değil. Bunun için son yüzyılın insanlık deneyimlerine bakmak kafi; emperyalizm, kitlesel kıyımlar, büyük savaşlar, diktatörlükleri besleyen totaliter rejimler vs. Bütün bu deneyimler araçsallaştırılmış insan aklının nelere yol açabileceğini gösteren vahim tablolar. Modernizmin rasyonel bireyine dayanan irrasyonel insanlık eylemleriyle sonuçlanan bir yüzyıldan bahsediyoruz.
Sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin bizi esir aldığını göremiyoruz. İnsanoğlu olarak bizim elimizden çıkan birçok şey dönüp bizi teslim alıyor. Buna insanın yapıp ettiklerine yabancılaşması diyebiliriz. Teknoloji fetişizmi bunun bir türevi. Teknolojik ürünler bu anlamda bizim yeni totemlerimiz, onlarla anlam bulduğumuz düşünüyoruz. Ancak daha vahimi, düşüncelerimizin bizi esir alması. Her birimiz belirli bir düşünsel yapının içerisinde buluveriyoruz kendimizi. Kendi belirgin sosyolojik bağlamımızda, çoğumuz yeterince düşünsel emek sarf etmeden ambalajlanmış gerçeklikleri satın alıyoruz. Bunun için ödediğimiz bedel de kendi gerçekliğimizi ıskalamak oluyor çoğu zaman. Ambalajlarına hiç dokunmadan, içeriğini gözden geçirmeden zihinsel dünyamıza eklemliyoruz tümünü. Çözümlemesi yapılmamış, parçaları anlamlı bir bütün oluşturmayan ekletik zihinsel kurgularımız bizi sığlaştırıyor. Bu sığlıkla baş edebilmenin yollarını ya bilmediğimizden ya da tercih etmediğimizden kendimize büyük bir koza örüp içinde yaşıyoruz. Bu kozanın geçirgenlik dercesine bağlı olarak temas edemediğimiz, algılayamadığımız birçok realiteyi dışarıda bırakıyoruz. Böylelikle modern ama tutucu, modern ama saplantılı, modern ama öfkeli, modern ama bağımlı bireyler alarak aynı anda üç yüzyılı birden yaşayan bir toplumda rahatlıkla yer buluyoruz kendimize.  
Bu görünen paradoksun anahtarı gibi görünen empati, ötekileştirme, farkındalık, tolerans gibi cilalanmış kavramların da işe yaramadığı ortada. Bütün hikâye, adı geçen kozanın içinde kalarak bu kavramların yalnızca kendi dünyamızdaki küçük farklılıkların anlaşılabilmesinde kullanılması ile ilgili.  Diğer kozalar uzak gezegenler kadar yakın bize. Bu durumda ne empatinin ne de diğerlerinin beklenen etkiyi yaratması mümkün. Bu aşırı ciladan eskitilmiş kavramları bir arada kullandığımız birkaç cümle ile ne kadar aydın ve ne kadar entellektüel olduğumuzun çığırtkanlığını yapıyoruz. Bu bezirgânlığın alıcılarıyla birlikte oluşturduğumuz düzmece kültürel dünyamızın içinde mutlu mesut yaşıyoruz. İtiraf etmek gerekir ki bu mutluluk da sahte. Ve biz bunun ister istemez farkında olduğumuz ve birbirimize itiraf edemediğimiz için, saplantılarımızın öfkeye dönen yüzünü açık ediyoruz çoğu zaman. Kendimizi kapattığımız, anlayamadığımız, algılayamadığız öteki gerçeklikler karşısında öfkelerimiz artıyor, saplantılarımız derinleşiyor, kara deliğe dönüşmek üzere kendi içimize doğru çöküyoruz. 
06.03.2015 11:37

KÖTÜLÜK BİZDE BAŞLAR

Kötülük meselesi insan nesli olarak karşılaştığımız en can alıcı varoluşsal sorunumuz. İnsan olarak yeryüzünde buluna geldiğimiz zaman dilimi çerisinde kendimize acılar dolu bir tarih yazdığımız muhakkak.
Her birimizin katlanmak zorunda olduğu iki yüzümüz var. Her bir insan teki eşit derecede iki tarafa da eğilimli. İyilik ve kötülük her birimizin bünyesinde iç içe geçmiş vaziyette. Kalp temizliği gibi bir süflilikle kötülükten arınmış olduğumuz iddiasını bir yana bırakırsak, her an her biriyle burun burunayız. Büyük cürümler olarak tanımladığımız suçları işlemiyor olmadığımızı düşünmemiz bizi yeryüzü melekleri haline getirmiyor. Kötülüğün mikro düzeyde işlemeye başlaması, küçük adımlarla yürümesi, varlığın tüm oluşumlarının küçük büyük birbirine bağlı olduğu, küçük büyük her hareketin bu büyük mizansende etkin olduğu kaotik alemde hiç de göz ardı edilebilecek bir durum değil. Kadim söylemle, kalp aynasına düşen her bir siyah nokta başlangıçta ciddiye alınmayacak düzeyde küçük de olsa, zamanla bu aynanın sırrının dökülmesine ve kısmen veya tamamen kararmasına neden oluyor.
Her davranışımız ve tavrımızın bizim öngöremeyeceğimiz sonuçları olabilir. Belki her birimiz küçük kusurlarımızı savunabiliriz. Ancak her bir adımda kötülük denizine bir damla su taşıdığımızı bilmek çok mu zor. Bireysel varoluşumuz neden böyle bir sonuca yol açacak potansiyeli taşıyor?
Bu konuda yalnız değiliz? Bilinçaltımızda taşıdığımız yaşama ilişkin varsayımlarımız benlik modelimizin parametrelerini belirliyor. Bu varsayımlar, içinde bulunduğumuz zaman ve mekanın ruhuyla nefes alıyor. İnsan insanın kurdudur, güçlü genler ayakta kalır, doğal seleksiyonla zayıflar elenir akıllarıyla ile desteklenen hayat felsefesinin yarattığı dünyanın acımasızlığı ancak yeni bir ahlak tasarımı ile dizginlenebilirdi. Bu kısmen yapılabildi. Ama kimin için? Neden Biz bunun dışında kaldık? Ya da neden bunun dışında tutulduk da kurtlar sofrasında kurtlara yem olan kurtlar olduk?
Küçük küçük, azar azar toplumsal benliğimize işleyen bu akıllar bizi birbirimize düşman kıldı. Modernleşme sürecindeki amansız hızımız, esaslı meselelerimiz üzerinde tefekkür etme fırsatımızı akamete uğrattı. Bu fırsatları değerlendirme fırsatı bulan ve bize sesini duyurmaya çalışan düşünen insanlarımıza kayıtsız kaldık. Tüm endoktrinasyon hücumları ile teslim alınmış bilincimizle onları Levithan’ın insafına terk ettik. Böylece, hazımsız modernleşmenin amorf yaratıkları haline geldik. Geçmişle gelecek, gelenek ile modernlik arasında sıkışmış, bir türlü bunların sentezini yapamadığı için kimlik sorunlarını defaatle yaşayan ve bir türlü çözemeyen, çözemediği için bunu kavga fırsatı gibi kullanan nevrotik savaşçılar olarak gün be gün şiddeti meşrulaştırarak yaşıyoruz. 
25.02.2015 14:27

MASUMİYET???

Bilgi sorumluluk yükler; sorumluluğun getirdiği ağırlık tevazuyu besler. Kimliklerimizi kullanarak savaştığımız bu canhıraş hengâmeden çıkış yolları vardır elbette. Öncelikle kendi gerçekliğimiz ile yüzleşmek zorundayız. Kendi varlığımızı anlamlı kılacak adımları atmaya başlayabiliriz. Bu yolda yürürken bizi destekleyecek tüm realitelere açık olmamız lazım. Şunu bir kere kabul etmeliyiz; ne kadar çabalarsak çabalayalım tüm realiteleri birden kucaklayabilmemiz mümkün değil. Dolayısıyla, hakikate denilen olgu tüm gerçekliğin eksiksiz algılanabilmesinden neşet ediyorsa, buna sahip olabilmemiz de imkan dahilinde değil. Hakikat adına hareket ettiğimizi iddia etmek ya da hakikatin temsilcisi olarak savaş veriyor olduğumuz düşünmek bu anlamda mantıksız görünüyor. Burada tüm mutlak anlamlar ve mutlak gerçekliklerin ofsayta düştüğü bir yerde duruyoruz. Bilgisel donanım açısından eksikliklerimiz attıkça mutlaklık algılarımız büyüyor, bu algılar adına verdiğimiz savaşlardan çok daha eksilerek çıkıyoruz.
Kendi başımıza yarattığımız bir dünya yok. Birey olarak tüm algılarımız kendimize özgün sosyo-ekonomik koşullarda şekilleniyor. Bu algıların beslediği düşüncelerimiz davranışlarımızı şekillendiriyor. Yapabileceğimiz tek şey bu koşullar altında kendimizi kaçırabileceğimiz sakin bir yer bulabilmek. Burada derin bir soluk alıp sahip olduğumuz değerler üzerinde düşünmek. Sığındığımız bu küçük alanın büyük resmin dışında kalmadığını ve hiçbir zaman da dışında kalamayacağını bilme cesaretini taşımak. Aksi takdirde kendimizi soyutladığımızı sandığımız dünyanın maskarası haline gelmemiz mümkün. Büyük savaşlar veren, büyük laflar eden küçük insanlarızdır aslında bu durumda. Oysa küçük olduğunu bilmek güzeldir; büyümeye açık bir kapı bırakır.
İnsan olmaktan daha zor olan insan olduğunun farkına varmaktır. Yaşamak zor sanattır derler ya, yaşadığını bilmek daha zordur. Kendi varlığı üzerine düşünebilen tek dünyevi varlık olan insan bile bunu her zaman yapamaz. Yaşadıklarımız kuma yazılmış yazılar gibi, en küçük dalgalarla silinip gider. Derler ki, zaman geçtikçe kimi insan sadece ihtiyarlarken kimisi olgunlaşır. Yaş kemale ererken akıl ve kişilikte bu kemal bir türlü tezahür etmez. Ergenliği bir türlü sıyırıp atamamış orta yaşlılar bundandır.
Demek istiyorum ki, toplumsal bunalımlarımız ve travmalarımız kendi bireysel gerçekliklerimiz ile yüzleşememekten doğuyor. Büyük analizler, makro çözümlemeler dünyasından daha gerçek ve daha sert mikro dünyamıza kaçalım. Kendimizle savaşalım, kendimizle kavga edelim. Kendi kafamızda homojenliğini ilan ettiğimiz ve adına savaş verdiğimiz grup, topluluk, dernek, cemiyet ve cemaatlerden ve bunların bize dikte ettiği algıların getirdiği tutukluluktan kurtulalım, üzerimizdeki bu toz ve tortulardan silkinelim. Ama her şeyden önce, tüm bu söylenenleri kendi üzerimize alınalım. Hiçbirimiz ama hiçbirimiz bunun dışında değiliz. Ben henüz böyle biriyle karşılaşmadım.
“…masum değiliz hiçbirimiz…” 

Sitede ara